ÖĞRETMEN SUÇLARI
Emrullah Güney’den yüreklere
dokunan bir anı daha… 1960’lardan… Lise yıllarından… Fizikçi Hüsnü Kızılkoyun’un
kendisine çiçekleri nasıl soldurduğunu yazmış Emrullah Güney… Şimdilerde Hüsnü
Kızılkoyunlar var mıdır? Okuyun… Siz karar verin…
Sayın Prof. Dr. Emrullah Güney Hocam’a
sevgilerimi, saygılarımı sunarak yürek burkan öyküsünü yayımlıyorum.
Musa Özcan
HÜSNÜ KIZILKOYUN : BİR FİZİK HOCASI…
Dr Emrullah Güney
Dicle Üniversitesi
ZG Eğitim
Fakültesi-Diyarbakır
Yaz…Şurup gibi, limonatamsı bir Ürgüp akşamı…Düğün var.
Kasabanın sanatçıları güzel bir düzende
müzik “icra” ediyorlar. Davul, zurna
oyun havalarıyla coşturuyor gençleri. Bağdan bahçeden gelmiş yanık yüzlü
kadınlar, erkekler seyrediyorlar oynayanları…Öğretmen Celal Üresin Almanya’dan
gelmiş. Kızı Tülin, Tarım mühendisi Hakan ile evleniyor. Mahallede bu bir
vesile, böylece insanlar bir araya geliyor, konuşuyor. Biz de öğretmenlerle
kümeleşmişiz. Bir ara, izlendiğimi anladım. Arkaya baktım, yanılmamışım. Ben
yaşta birisi bana bakıyor gülümseyerek. O sırada Celal arkadaş yanımıza
geliyor. “Tanıştırayım,” diyor “ Halil Kızılkoyun, Almanya’da komşu kentlerde
öğretmen idik.” Bir an, tutamayıp özümü; irkiliyorum. El sıkışıyoruz. “Demek Kızılkoyun ha!” diyorum…
…………….
1961-62 ders yılı. Nevşehir Lisesi 1. sınıf öğrencisiyim.
Fizik dersimize Hüsnü Bey giriyor. Aynı zamanda müdür yardımcısı. Düzenli ders işlediği
yok. “İdari vazifem var,” deyip derslikten ayrılıyor. Fizik dersinde de
yaptığı nedir !.. Sürekli, köyden gelen
öğrencileri aşağılıyor. “Sen ağa, ben
ağa, İnekleri kim sağa” diyor. Nevşehirli arkadaşlar gülüşüyor. Fakat o pek
ciddi. Kızılcin köyünden gelmiş Alaaddin’i kaldırıyor ayağa. Sorduğu soruyu
onun bilip bilmemesi önemli değil. “Liseyi
bitirsen ne olacak ki? Sanki, üniversiteye mi gireceksin? Nerde o yoğurdun
bolluğu! Gidin köyünüze, çiftinizi sürün,” diyor. Sanki Alaaddin’in
babasının bire yüz veren toprağı var, çiftliği var…
Sürekli kızgın. Avurdu şişik. Yüzü karamsı, kızılımsı
kahverengi. Saçları özenle arkaya taranmış, etli yüzüyle sağlıklı görünümlü bir
adam. Yaşı 30-35 olmalı. Biz onu hep kahverengi giysili anımsıyoruz. Tek bir
öğrenciyle senli benli değil. Bütün lisede tek bir kişiyle ilgileniyor:
Kayınbiraderi Erol. O da öğrenci bizler gibi. Duyuyoruz, Erol illaki İstanbul Teknik
Üniversitesi’ne girecek. Tüm çabası o ereğe ulaşmak için. Geri kalan yüzlerce
öğrenci!...Bu da laf mı yani ?…Ne önemi var ki !
Sıralama çizelgesine göre nöbetçiyim. Öğrencinin nöbetçiliği
nedir ki? Öğleyin çantamda getirdiğim bir parça Göre çöreğini bir parça sucukla yemişim. Kesekağıdındaki üzümle ağzımı
tadlandırmışım. Bir bölümünü de arkadaşlara dağıtmışım. Hava soğuk olmalı.
Öğlen sonrası dersleri başlamadan önce derslikte vakit geçiriyoruz.
Arkadaşların tümü yok daha. İkili, üçlü sıralara oturmuşlar, yarenlik
ediyorlar. Doğan ile Tuncer yıkışıyor pehlivanlar gibi. Fazıl hakem; güreşi
yönetiyor. Bir kız arkadaş, Nuran, tek
başına oturmuş, dalgın ve düşünceli. Ben, tahtada bir kız portresi çiziyorum.
Arkadaşların ilgisi tahtaya yöneliyor. Kabarık saçlı, Hayat-Ses dergilerinden,
Akbaba’daki Necmi Rıza Ayça’nın güzel çizimlerinden etkilenerek yaptığım bir resim. Gözleri, dudakları, önlüğü, yakası…
“Emrullah, kimi çizdin?”
diyorlar.
Gizemli kalsın. Yanıt vermiyorum.
Nuran anlamlı anlamlı
gülümsüyor.
“ Ben benzettim, ama
söylemem.” diyor.
Arkadaşlar ısrar ediyorlar.
“ Hadi söyle, kim bu
resimdeki kız?” diye soruyorlar.
“ Komşu sınıfta…O
kadar. Fazla bilgi istemeyin, söylemem.”
Nerden çıktı, nasıl ayırdına varamadık, biz böyle tatlı
tatlı çizerken, söyleşirken birden dersliğe Hüsnü Bey girdi. Ortalığa seslendi.
“ Kim bu sınıfta
nöbetçi?”
Süklüm püklüm, bir suçlu gibi ezik, yanıt verdim.
“Benim, hocam.”
Üzerime geldi, çat, pat…Yüzüme bir sağ, bir sol tokat…Güpegündüz
vakit, şimşekler çaktı gözlerimin önünde. Yüzüm apal oldu; gözlerimin
kanlandığını anladım.
“ Demek, hem
nöbetçisin, hem boş yere tebeşir harcarsın,” dedi.
Seslenişinde öfke, tiksinti, aşağılama…
Savunmama vakit bırakmadan kendimi, derslikten çıktı gitti
çalımlı çalımlı.
Bir tebeşir nedir ki. Ben “yeteneğimi” gösteriyorum
arkadaşlara. Bu da bir ders.
Fakat, adam tebeşirin harcanması bahanesiyle öğrenci
döğecek, tatmin olacak.
O gün, tüm neşem, öğrenme isteğim kaçtı. “Nöbetçilik” neyime ! Bıraktım nöbet tutmayı (!).
Bu adam öğrenci psikolojisini bilmiyor mu? Eğitim
Enstitüsü’nde hiç kitap okumamış mı? İbrahim Alaaddin Gövsa’nın, Halis
Özgü’nün, Melahat Özgü’nün, Orhan Çaplı’nın ruhbilim
kitapları…Gazi Eğitim Enstitüsü’nün, Çapa Eğitim Enstitüsü’nün, her biri dünya
çapında değerli öğretmenlerinin yazdığı, çevirdiği kitaplar nerede?
Kitaplıklarda yer kaplasın diye mi emek verildi, yayımlandı bu yapıtlar ! Demek
ki yazıldığı gibi kalmış onlar.Okuyanı olmamış.
Arkadaşlarının hele
de bir kız öğrencinin gözü önünde, çocukluktan gençliğe geçiş evresinde insana, böyle
zulmedilir mi? O döğülmüş kişinin “halet-i
ruhiyesi” ne olur acep!
Sonradan düşündükçe yanıtını buldum bu davranışın.
Hüsnü Bey, böyle zulmederek tatmin oluyor.
Karşısındakini “insan” yerine koymuyor ki büyük (!) muallim.
Zulmün artsın e mi, eeey hoca !
Lise 1 fizik dersi…Işık, mercek, tulumbalar…Sevimli konular
değil. Fakat, bir öğretmen dersini sevdirmeği bilmeli. Tam tersi oldu; Hüsnü
Bey başardı; bu dersten nefret etmemizi sağladı.
Derslikteyiz. Deney yapacak.
Sordu: “Kimde ip var?
“ Kimsede çıkmadı.
“Demek, hepiniz
ipsizsiniz,”
Yaptığı tek nükte, tek espri bu oldu o ders yılı boyunca. Herkes gülünce de doyuma ulaştı.
Yaptığı deneye de maşallah. Güç nasıl etkiler maddeyi?
Kapıyı menteşe yönünden itersek zor hareket eder. Kapıyı kol yanından itersek
kolay hareket eder.
Okula Bakanlık denetmeni gelmiş.
Hüsnü Bey telaşta. Yüzü daha da kızıllaşmış. Alev almış
gibi. Yüzünü ateş basmış. Hakaretleri her zamankinden ziyade. Demek ki,
hazırlıksız yakalandı. Sanki, her dersi laboratuvarda işlermiş gibi bizi
aşağıya indirdi. Soğuuuk…Sonra, denetmen gerek görmemiş de dersini izlemeyi,
kurtuldu…Rahat bir nefes aldı.
İnsan, sevmediği derse çalışır mı?
Biz de Fizik dersinden bütünlemeye kaldık.
O yaz dinlencesi tam bir kabus…Ne Yuvanlı’da patates
sulamasında, havuzda çimmede tad vardı, ne yediğimiz çağlada…Üzümlere alaca
düşmesini nasıl sevinçle karşılardık.
Ne olduğunu anlayamadık o yaz ,bağlardaki değişimi izleyemedik . Açıksaray
yanlarında, Kızılırmak kıyısında bir ekenek kiralamıştı bizimkiler. Peribacaları
arasında. Karpuz ekmiştik. Çapalamağa gittik iki kez. Kızılırmak’ın azalmış
kızıl sularında yüzdük. Ama, tadı yok. Sulara baktıkça aklıma Hüsnü Bey
geliyor, gözümün önünde onun öfkeli bakışlı etli yüzü: “Sen keyfet bakalım Göreliiii! Ben de Ağustos 20’de keyfedeceğim.”
İyice acıkmışız, peribacalarının dibinde, serin gölgelikte tereyağlı bulgur pilavı yapmış bizimkiler,
yanında soğan, üstüne ayran. Yiyoruz, içiyoruz
ama tadını alamıyorum ben.
Uzun olur gemilerin
direği,
Yanık olur anaların
yüreği.
Nevşehir’de Büyük Sinema’da haftada bir film seyretmek tek
lüksümüz. O gün gelir, pazarı gezeriz. Hüseyin ile Damat İbrahim Paşa
Kütüphanesine gider, bir hafta önce aldığımız kitapları verir, yenilerini
alırız. Yüz gram sakız leblebisi, üstüne 32 dişe keman çaldıran soğuk bir
gazoz…Budur işte keyif. Ötesini bilmiyoruz. Sinemadan ses yükseltici ile türküler veriliyor. Kaleye
doğru ortalığı inletiyor ses. Filmi seyrediyoruz. 110 dakika. Bir hafta yetiyor
bize. O filmi saatlerce anlatıyoruz artık. Hele de görmemiş olanlara.
Nevşehir’de Hüseyin’le yürüyoruz. Hiç olmayacak yerde
karşımıza çıkıveriyor Hüsnü Bey. Yaz sıcağında yine tam takım giyinmiş: Kahve
renkli giysi. Kravatı özenle bağlanmış. Biz selam vermeğe duralaşınca
kaşlarının altından bakıyor: “Siz gezin
bakalım. Sınava da az kaldı. Ben size gösteririm. Okumak sizin neyinize Göreliler
!…”
Anlarız aklından geçenleri…Yürür gideriz, kırgın…
Yine de çalışıyorum Fizik dersine. Sınava hazırlanmışım. Kaç
kez aktarmışım. Dönüp dönüp okumuşum. Şekilleri çizmişim ezbere. Abam (*)
izliyor beni. Sıkıntımı anlıyor: Yemek getiriyor. “Tam sevdiğin yimek.Hadi!”
“İştahım yok aba.”
“Niye?”
“Hüsnü Bey diye bir
hoca var. Pek sert. Bu sınavda bakalım ne yapacağız.?”
“Oooolum, o gadar
çalıştın. Allah emeklerini zayi itmez inşallah, hadi sufraya gel, otur.”
Ve bütünleme sınavı.
Kızılcin’den Alaaddin gelmiş. Kucaklaşıyoruz. İki aydır
görmemişiz birbirimizi. Bozkırın güneşi, gecelerin ayazı karartmış arkadaşımı. Yüzünde
kavlamalar var.
Bizi güneş girmeyen serince bir odaya aldılar.
Bakıyorum, fizikle arası hiç iyi olmayan arkadaşlar
bütünleme sınavında yoklar, geçmişler.
O güzel ağustos gününde ben sıkıntıdan, korkudan titriyorum.
Eğer başaramazsam ağam (**) bana çok
kızacak. “Roman, hikaye okudun hep,
fiziğe de çalışsaydın ya!” diyecek. Ondan çekiniyorum. “ Ooolum bu fizik dediğin nedir ki, niye
kalıyorsun bu dersten?” diyecek.
Yanıt veremeyeceğim.
Hüsnü Bey geldi. Suratı asık yine. Ne bir “günaydın”,ne bir
hal hatır sorma…
Yüksek psikoloji bilgisine sahip (!) “hoca” dediğin böyle olur işte.
Soruları , ilk kez gördüğümüz bir genç öğretmen yazdırdı. Galiba
yeni atanmış. Gözlerinin içi gülüyor. Yardımseverliğini göstermek istiyor.
Fakat belli ki, Hüsnü Bey onu da korkutmuş. O müdür yardımcısı. Boru mu bu! Çekildi,
gitti odasına.
İyi. Soruları biliyorum. Başladım yazmağa. Alaaddin de yan
sırada oturuyor.
Sınavın ortalarına doğru geldi muhterem hoca. Başımda durdu.
Parfümünün, traş sabununun kokusu
yayılıyor ortama. Sınav kağıdımı okudu. Elini cebine attığını anladım. Gözümün
önünde, tombul bir el al kalemle çarpı
(x) işareti çekti. Kağıdın ön yüzü çarpılandı.
Tiksinti…Tiksinç…Buz gibi bir ses…
“Yanlış cevap. Başka
soruya geç.”
Ayrıldı yanımdan, diger öğrencilerin başına gitti.
Kalakaldım. Elim ayağım buz kesti. Sanki gövdem çot oldu,
kötürümleşti.
Alaaddin’e baktım. Üzüntüyle izliyordu. Kalktım ayağa.
Hoca’nın yüzüne bakmadan, kağıdı masaya bırakıp çıktım.
Biraz sonra Alaaddin’le bahçede buluştuk. Tek söz etmeden
kucaklaştık. Gözlerimizde yaş…
Anlatacak ne vardı ki! Birbirimizi avutacak söz bulamadık.O
Kızılcin’e gitti, ben Göre’ye.
Ne denli eleştirsek de, Bakanlık yönetmeliklerinde,
genelgelerinde öğrenciyi koruyup kollayan maddeler vardı. Borçlu geçmek…Bize
uygulandı bu. Ertesi yıl çalıştık, verdik sınavı ve yıl yitimi olmadı.
Bir haber, üveyik kuşunun kanadında geldi Nevşehir’e.
Hüseyin’in şiirindeki gibi:
“Boz üveyik kanat
vurdu toprağa.”
Bir müjdeli haber duymayacak mıyız? Lise yıllarımız hep
sıkıntıyla mı geçecek!
“ Müjde eeey
Nevşehirli talebe !” diye bağırdı Fazıl.
“Hüsnü Beyden kurtuluyorsunuz !”
“Hayrola, nerden çıktı
bu ?”
“ Güvenilir bir
kaynaktan elde ettiğimiz bilgilere göre Hoca’nın tayini Aksaray Lisesi’ne
çıkmış. Orada müdürlük yapacakmış.”
Bundan daha güzel muştu olamazdı.
Değil lisede müdürlük, Bakanlıkta genel müdürlük yapsın. Tek
buradan gitsin de.
O gün tüm lise bayram etti. İyi halay çekenler vardı. El
ele, omuz omuza tutundular…
Liseyi, derslikleri, geçenekleri titrete titrete oynadılar bir güzel. Erol
dışında.
Aradan bir ay geçti. Bir haber geldi Aksaray’dan.
Öğrenciler tutmuşlar, dayak atmışlar hocaya.
İnsan, yetişmesinde emeği geçen bir öğretmen, başka yerde
bir aşağılamayla karşılaşırsa, dövülürse, sevinir mi?
Artık doğru mudur, yoksa öğrenci öyle istediği, umduğu için
mi uydurdu, öğrenemedik.
Fakat hemen yorumlar yapıldı: “Nevşehir’in öğrencisi kuzu kuzu…Hüsnü Bey, heralda Aksaray’ın insanını
da öyle sandı. Dikleşince de ayağı yedi.”
………………
“ Dalıp gittin sayın öğretmenim…”
“Evet, bir anda taa
1961’e dek gittim.”
“ Anladım, amcamı
düşündünüz. Hüsnü Bey, size verdiği zararı, yeğeni olduğum halde fazlasıyla
bana da verdi.”
Şurup gibi, limonata tadında, fındıklı bahçelerde gül ağaççıklarının gülce
kokular yaydığı bir Ürgüp akşamıydı…Hem
güzel, hem hüzünlü…
* Anam…Orta Asya’da “apa” ana karşılığı
kullanılıyor. Orta Anadolu’da bu, “aba” olmuş.
** Babam…Nevşehir köylerinde babaya “ağa” denir.Güccağa (Küçük ağa) da
ağabey,
büyük erkek kardeştir.
Dr Emrullah Güney
Dicle Üniversitesi
ZG Eğitim Fakültesi-Diyarbakır
Yorumlar