HIDIRNEBİ YAYLA ŞENLİKLERİ- DOĞU KARADENİZ GEZİSİ

Tam da Temmuz sıcağında gidilecek yer Hıdırnebi Yaylası…
Bir de şenlik zamanına denk getirilirse iyi olur.
Bunun için 18-20 Temmuz tarihleri arasında Hıdırnebi’de olmalısınız.
Öteden beri planladığımız ancak bir türlü eyleme dönüştüremediğimiz Doğu Karadeniz gezisini 19-22 Temmuz 2010 tarihleri arasında gerçekleştirdik.
Coğrafya Öğretmeni eşim Hülya Hanım’la…
19 Temmuz Pazartesi sabahı Samsun’dan çıktık yola…
Hedefimiz Akçaabat, oradan Hıdırnebi…
Samsun’dan başlayan Doğu Karadeniz bölünmüş yolu son derece düzgün… Terme’ye kadar otomobilin direksiyonunda Hülya Hanım oturuyor. Böylece çevreyi daha rahat izleyebiliyorum.
Nedendir bilinmez Terme’ye gelince Hülya Hanım aracın yönetimini bana devretmek istediğini söylüyor. “Böyle iyi, devam” diyorum. Rica ediyor. “Sür” diyorum. Israr ediyor. Kıramıyorum.
Artık direksiyon bende…
Gözüm yolda…
Araç, yaya trafiğini, hayvanların hal ve hareketlerini dikkatlice izliyorum. Bir de radar kontrolü var. Her an bir ağacın altında veya bir viraj dönüşünde radarla burun buruna gelebilirsiniz.
Gerçi ben hız sınırlarını aşmıyorum ama yine de dikkatli olmak lazım.
Ünye, Ordu şehir merkezlerinden geçen bölünmüş yolda trafik yoğunlaşıyor. Santim santim ilerlemek zorunda kalıyorsunuz.
Bolaman, Perşembe, Tirebolu’daki tehlikeli virajlar artık yok…
Tünellerle aşılmış bu virajlar…
Zaman öğle üzeri: Akçabat’tayız.
Komşum Ali Sefa Kara ve eşi Nilüfer Kara, çocukları Bihter ve Mustafa ile damadı Serdar karşılıyor bizi…
Hava çok sıcak…
Aracımızı Akçabat’ta bırakıyoruz.
Zaman kaybetmeden midibüse doluşup yola koyuluyoruz. Şoförümüz Rasim Bey…
Akcabat deresi vadisinden tırmanmaya başlıyoruz.
Ali Sefa Hocam edebiyatçı yönünüde kullanarak çok kıymetli bilgiler veriyor. Geçmişi anlatıyor, bazen geçmişe bu dağlardaki anılarını karıyor.
“Şu Şahin Tepesini sarmış olan bulutların üzerine çıkacağız” diyor. Bir yamaçtan zikzaklar çizerek bulutların üzerine çıkıyoruz. Göz gözü görmüyor. Akcabat’taki 35 derece sıcaktan eser yok üşümeye başlıyoruz.
Allah’tan tedbirliyiz.
Yanımızda getirdiğimiz kışlıkları giyiyoruz.
45-50 dakika süren tırmanıcı yolculuğun ardından Hıdırnebi Yaylası’ndayız.
İlk izlenimim hayal kırıklığı oluyor.
Gözlerim yayla yerleşmelerini arıyor. Yok.
Çevre koşullarına uygun ahşap evler yok. Onun yerine bir katlı, iki katlı, üç katlı, hatta apartmanlar var.
Beton arme…
Rastgele araziye serpiştirilmiş… Gelişigüzel yapılmış… Çoğu da boş..
Şenlik yerine ilerliyoruz… Yine hayal kırıklığı…
Plastik…
Plastik brandalar… Plastik kapkacak… Plastik masalar, sandalyeler, yerlere atılmış poşetler…
Plastik işgal etmiş burayı…
Yayla naylon dolmuş…
Durun bir dakika… Farklı bir şey var. Yaylaya uygun olan bir şey…
Kulübeler görüyorum ahşaptan. Coğrafi koşullara uygun mimari tarzda yapılmış. Düzgün sıralanmış.
Ali Sefa bunların Trabzon Valiliği’nin yaptırdığı ziyaretçilerin kalabileceği bongalov tipi evler olduğunu söylüyor.
Böyle güzel bir örnek varken ve devlet yayladayken bu talanın nasıl yapıldığını anlayamıyorum. (Bu satırları yayımlama fırsatı bulamadan yaylalarımızdaki bu talana son vermeyi amaçlayan kanunun çıktığını 07.08.2010 tarihli haber bültenlerinden öğreniyorum. Seviniyorum)
Ali Sefa yörede yaşamış biri olarak yapılan yanlışları tarihlendirerek anlatıyor.
Pazar yerinde dolaşıyoruz. Otantik ürünlerin satıldığı birkaç baraka dışında herşey bildik.
Burada turizm anlaşılmamış…
Yapılması, düzeltilmesi gereken çok şey var.
Her türlü gıdayı bulmak mümkün burada… Etten süte, meyveden sebzeye… Fırın da var, lokanta da…
Bulutlar geçiyor üzerimizden… Güneş bulutlar arasından yüzünü gösteriyor arasıra… Kısacık  bu sürede bile yakabiliyor. Kışlıkları çıkarmak zorunda kalıyoruz. Sonra sis geliyor yine giyiniyoruz.
Havada bunlar olurken yerde mor arasına sarı ve beyaz çiçeklerin serpiştirildiği yeşil üzerine dokunmuş halı gibi uzanıyor yayla
bitkileri… Çoban yastığı, ayrık otu, üzerlik ileride ormanla birleşiyor. Ulu ladinlerin kolkola uzandığı ormana… Arada kayınlar var. Orman altı bitki örtüsü çok yoğun… Özelliklede orman gülleri…
Her yamaçta bir pınar… Her birinin içimine doyum olmuyor buz gibi…
Geceyi geçireceğimiz Nilüfer-Ali Sefa çiftinin atadan kalma Marzalli yaylasındaki kulübesine giderken böyle bir pınarda durup kana kana içiyoruz. Sindirimsistemimiz bayram ediyor.
Hıdırnebi yaylasındaki hareket burada yok… İki yamacın birleştiği sırt boyunca sıralanmış bir kaç yayla evi… Sırtın en sonunda kalacağımız kulübe… Oldukça şirin… Buradaki yapılaşma daha insaflı…
Midibüsten iner inmez neler yapılacağı planlıyoruz.
Akşam yemeğinde mangal et var. Kulübede su şebekesi  olmasına karşın yakındaki pınardan taze su getirme işini Mustafa’la
üstleniyoruz. 100 Metrelik kısa bir yürüyüşten sonra pınara ulaşıyoruz. Damacanaları doldurmadan önce birkaç bardak içiyorum. Ünlü markaların sattığı sulardan çok çok lezzetli…
Mangal yakma merasimi sırasında karşılaştığımız güçlükleri Nilüfer Hanım aşıyor. Yemek masasını açık havaya çimenler arasına kuruyoruz. Yiyoruz. Normalde çok yememJ.. Az önce pınardan getirdiğimiz suyun etkisi kendini gösteriyor.
Hoş beş arasında akşam oluyor.
Ay çıkması gerekiyor. Çünkü planlarımız arasında ay gözlemi de var.
Ancak çıkmıyor, çıkamıyor. Bulutlar aya aman vermiyor.
Ali Sefa parmağı ile işaret ederek “tam şurada olmalı” diyor. Bekliyoruz. Hava soğuk.
Uzaklarda silah sesleri… Silah sesleri gittikçe yaklaşıyor ve her tarafı sarıyor.  “Kaç çocuk öldü, kaç ananın yüreğini yaktı bu serseri kurşunlar. Yetmedi mi? Yetsin artık” diyorum. Ali Sefa yöreden serseri kuşunlarla öldürülen insan örnekleri veriyor.
Dikkatimizi yine ay üzerinde yoğunlaştırıyoruz. İşte orada diyor Ali Sefa ayı
göstererek… Teleskopun ayarlarını yapıncaya kadar bulutlar arasında kayboluyor… Ali Sefa ısrarcı… Ay utangaç… Ben pes etme noktasına geliyorum. Mücadeleyi Ali Sefa kazanıyor. Gözlemi tamamlıyoruz.
İçecekler içiliyor, derin konulara giriliyor, uykular geliyor, yatılıyor. Uykuya dalmadan önce sohbetin bensiz sürdüğünü duyuyorum.
Sabah erken kalkanlardanım. Hülya ile bilinçsizce gürültü yapıyoruz. Ev sahipleri nihayet uyanıyor.
Sebzeli kaygana ve guymakın yanında yöresel çeşitli peynirlerin, reçellerin yer aldığı sağlam bir kahvaltıdan sonra yola koyuluyoruz. Amacımız Hıdırnebi şenliklerinin son gününe katılmak.
Aracımızı şenlik alanına çok uzak  bir noktaya park ediyoruz.
Amacımız Ali Sefa’nın rehberliğinde Hıdırnebi göleti yolunu yaya geçmek… Yolda ilerlerken bu kararın ne kadar doğru olduğunugözlüyorum. Nereye baksanız kartpostallık manzara…  Fotoğraflıyorum. Bir tek olumsuzluk yine güneş yok. Bu cennetin derinliğine objektiflere yansımasına kısmen engel oluyor. Gölet kenarında alabalık tesisleri olduğunu kendi tuttuğunuz alabalıkları yeme şansınız olduğunu belirtmeliyim,
İnsanı büyüleyen senfonik görüntüler arasında Hıdırnebi’ye varıyoruz. Zurnaya eşlik eden davul seslerini duyuyoruz. Ancak göremiyoruz. Yoğun sis kaplıyor yine yaylayı. Müziğin geldiği istikamete doğru yürüyoruz. 30-40 Kişilik bir grup müziğin ritmine kaptırmış kendini horon tepiyor. İzliyoruz. Karadenizin havasını suyunun doğasını anlatan figürler. Nilüfer Hanım daha fazla dayanamıyor. Horon gurubuna katılıyor.
Kalabalığın yoğunlaştığı yer burası değil. Biraz ilerideki Akcabat Belediyesi’nin düzenlediği şenlik alanı… Oraya yöneliyoruz. Etkinlik daha profesyonelce… Ses sistemi daha güçlü… Çığırtkanlar grupları harekete geçirmesini biliyor. Bu yörenin oyunlarını bilmeyen ben bile halay sonuna katılıyorum. Zaman çok çabuk geçiyor. Öğle üzeri yağmur başlıyor. Bu şenliklerin sonu oluyor.
Yağmur altında yoğun sis arasında Hıdırnebi’den ayrılıyoruz.
Hedefimiz Akçabat…
Doğu Karadeniz gezimizde yarınki durağımız Uzungöl…
Link aşağıda…
Fotoğraflarda var…
Musa Özcan
Akçabat, 20.07.2010
Sümela Manastırı ve Uzungöl Gezisi Gezisi Not ve fotoğrafları için tıklayınız:http://blog.milliyet.com.tr/SUMELA_MANASTIRI_NDA_AYIN/Blog/?BlogNo=258935
Fotoğraflar M. Özcan

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Paris Hilton Çıplak

Hadise, “düm tek tek, destek yes, köstek no”

Yemekteyiz Yarışması